Transformers: Canavarların Yükselişi

1984 yılında araçlara dönüşebilen robotlar olarak piyasaya sürülen bir oyuncak serisi olan Transformers kısa süre içinde o kadar popüler bir hale geldi ki çizgi filmler, oyunlar, lisanslı ürünlerle birlikte popüler kültürün en ünlü markalarından birine dönüştü.

2007’de sinemaya da ayak basan seri eleştirmenlerden çoğunlukla geçer notlar alamasa da hayranlarını mutlu ederek dönemine göre çığır açan görsel efektleri ve aksiyon sahnelerini izleyicilere sunarak büyük ün ve gişe hasılatı elde etti. Seri ilerledikçe karmaşıklaşan hikaye örgüsü ve kendi kurallarını yıkan yeni filmler izleyicilerin kafasını oldukça karıştırdı. Filmlerin senaryoları ve hikaye kurgularının da gittikçe daha zayıf ve önemsenmeyecek hale gelmesiyle seri 2018 yılında vizyona giren  Bumblebee solo filmi ile yumuşak bir yeniden başlatma yoluna girdi (bundan hala emin olamasak ta).

Öncelikle söylemem gereken şey bu film belki de şimdiye kadar yapılmış en iyi Transformers filmi fakat en iyisi olması yeteri kadar kusursuz bir yapım haline geldiği anlamına gelmiyor. Filmin konusu; 1994 yılında Brooklyn’li eski bir asker olan Noah ve yetenekli fakat hak ettiği değeri göremeyen stajyer arkeolog Elena, Optimus Prime ve diğer Autobot’lar ile beraber onları dünyanın dört bir yanına sürükleyecek bir maceraya atılır. Unicron adlı gezegenleri yiyerek beslenen yeni bir düşmanın liderliğindeki Terrorcon’lar ile karşı karşıya kalırken çatışmanın içine çekilirler. İki tarafın kıyasıya mücadelesine hayvanların şeklini alabilen Cybertron’lu bir diğer robot grubu olan Maximal’lar katıldığında olaylar çok daha kızışır. Oldukça klişe sürüyor değil mi? Ama 16 senedir devam eden bu seride klişelerden beslenmeyen bir Transformers filmi beklemek oldukça mantıksız. Onu olduğu gibi yani iyi görsel efektler ve aksiyona sahip çerezlik bir blockbuster filmi olarak sevmeliyiz.

Değinmek istediğim konu Transformers filmlerinin en büyük sıkıntılarından birisi olan insanlar kısmı. Bumblebee filmine kadar gelmiş hiçbir Transformers filminde hikayenin içine yerleştirilmiş ve oldukça ekran süresi alan insan karakterleri umursayamıyor ve sıkıcı buluyordum ki bu durum da seyir zevkimi oldukça azaltıyordu. Noah ve Elena karakterleri bir kez daha Transformers hikayesinin içine şans eseri dahil olan karakterlerden olsalar da hikayeleri nispeten ilgili çekici ve bağ kurulabilir. Noah problemli askeri geçmişi yüzünden iş bulmakta zorluk çeken mekanik konularında yetenekli ve zor durumdaki ailesini kollamaya ve onlara sahip çıkmaya çalışan bir genç. Bu uğurda giriştiği riskli bir iş sırasında yolu Autobot’lar ile kesişiyor ve kendini epik bir maceranın içinde buluyor. Elena ise oldukça başarılı bir arkeolog fakat başarıyı sadece ego tatmini ve popülarite için harcayan patronlarının gölgesi altında bir stajyer olarak hayatını sürdürüyor.

Antik çağlara uzanan hikayemizde, çalıştığı müzede Autobot’lar ile yolları kesişen Elena, antik yazıtlar ve eserler hakkındaki bilgi birikimi sayesinde Autobot’lar için önemli bir müttefik haline geliyor. İnsanlarla ilgili bir güzel detay ise Transformers serisinin sonunda ordu konseptinden biraz uzaklaşmış olması. Autobot’lar ile omuz omuza çarpışan Amerikan askerleri konsepti çok çabuk kabak tadı vermeye başlamıştı ve birkaç makineli tüfekle öldürülen devasa robotların varlığı zaten klişelerle dolu olan hikayeleri iyice sulu bir hale getiriyordu. Bir diğer olumlu etken ise Autobot’ların kişilikleri. İlk filmden sonra neredeyse kişiliklerini kaybeden ve karbon kopya hale gelen yeni robotların birbilerinden tek farkı yeni araçlara dönüşebiliyor olmalarıydı.

Bu filmde ise her Autobot’un kendilerine ait kişilikleri var ve bunlara göre aksiyon alıyorlar. Özellikle fragmanlarda da görüldüğü gibi, Mirage karakterinin üzerine oldukça düşülmüş ve benim de Optimus Prime ile birlikte filmdeki favori karakterim oldu. Optimus Prime’ın ise bu kez daha genç, deneyimsiz, fevri ve biraz da bencil öğrenme aşamasında olan bir versiyonunu izliyoruz ki bu tür bir radikal değişiklik hoşuma gitti denilebilir. Autobot’lar için geçerli olan bu karakterizasyonların filmin diğer robot türleri olan Terrorcon ve Maximal’lar için söyleyemiyorum. Birçoğu kişiliksiz içi boş karakterler ve özellikle filmin baş kötülerinden biri olan ve uğruna tonla hayran teorisi yazılan Scourge için de bu durumun geçerli olması oldukça üzücü. Fragmanlarda seyircileri oldukça korkutan bir sorun olan kötü görsel efektler ise çözülmüş denilebilir. Filmi oldukça büyük bir ekranda izlemiş olmama rağmen görsel efektler beni rahatsız etmedi. 1994’te geçen hikaye içinde bulunduğu dönemi oldukça keyifli bir şekilde yansıtıyor, dönemin birçok popüler kültür ögesinden besleniyor ve bazı dönem müziklerini sahnelerin içinde oldukça başarılı bir şekilde kullanıyor. Aksiyon açısından da ağırlıklı olarak robotların üzerinden ilerleyen film şükürler olsun ki insanların aksiyona dahil olduğu sahneleri de mantıklı ve makul hale getirmeyi başararak bu noktada da artı puan kazanıyor. Bazı dramatik anları iyi yönetip duygusal anlar yaşatmayı başarsa da fragmanlar ile birçok sürprizini açık eden film bu noktada kendi ayağına sıkmış. Hikayede karakterlerin yaptıkları bazı eylemler ise açık uçlu mantığı açıklanmamış bir şekilde kalıyor ve kafada soru işaretleri bırakıyor. Özetlemek gerekirse Transformers: Rise of the Beast, sevdiğimiz karakterleri bir kez daha beyaz perdeye sunuyor, iyi görsel efektler ve görsellik, etkileyici aksiyon sahneleri, basit ama eğlenceli ve yorucu olmayan klasik bir Transformers hikayesini, Indiana Jones tarzı antik bir define avı hikayesine uyarlayıp, tüm sorunlarına rağmen kafanızı dağıtıp eğlenceli vakit geçireceğiniz iki saat yedi dakikalık bir deneyim sunuyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir